Tek Öğün Beslenme, 10 Günlük Sıvı ve 13 Günlük Su Orucu Deneyimlerim
Bu yazıda yıllar içerisinde beslenme alışkanlıklarımın nasıl değiştiğini, günlük beslenme düzenimde üç öğünden iki öğüne, sonrasında ağırlıklı olarak tek öğüne nasıl geçiş yaptığımı ve zaman zaman uyguladığım sıvı ve su oruçlarında yaşadığım deneyimleri anlatacağım. Paylaşacaklarımın hiçbiri tavsiye niteliğinde değil, tamamen kendi tecrübelerime dair notlarım. Hekim onayı olmadan uygulanmasını asla tavsiye etmiyorum, sağlık açısından sonuçları son derece tehlikeli olabilir.
Çoğu insan gibi ben de günde 2-3 öğün yemek yemeyi normalleştirmiş bir kültürde yetiştim. Kahvaltıda iki lokma da olsa ağıza bir şeyler atılacak, öğlen en kötü bir tost ya da sandviç mideye bir şeyler gidecek ki enerji versin, akşam ise evde ne pişiyorsa o yenecek, tabakta yemek kalmayacak. Böyle bir beslenme düzeni içerisinde, günde 5-6 kez acıkıyor ve sürekli bir şeyler tıkınıyordum. (lise & üniversite yılları) Tabi ki o zamanlar insülin, pankreas çalışma mekanizması gibi konularla da pek ilgili değildim. Kilom da kendimi bildim bileli, boyuma oranla normal altı veya en fazla normal sınırda olduğu için, anormal bir durum yok diyordum. Ta ki bir gün bir söze denk gelene kadar - "Üç öğün yiyen hastadır, iki öğün yiyen pisboğazdır, tek öğün yiyen kendini bilendir (yogidir)" İlk okuduğumda hayatım birden değişti diyemem ama bu sözü aklımın bir ucuna kaydettim; düşündürücü, ilginç, hatta fazla iddialı gelmişti ve benim için o zamanlar uygulanabilirliği imkansızdı - ben yediğim 3 öğünle bile tam olarak doyamıyorken. Sonra, zamanla hastalıklar, rutin kan testleri vs. derken, terimler hakkında daha fazla araştırmaya, bilgi sahibi olmaya başladım. Ayşegül Çoruhlu'nun kitaplarını keşfettim, kendisi Biyomedikal mühendisliğinde yüksek lisans yapmış, çok değerli bir Biyokimya uzmanı ve hücre seviyesinde açıkladığı, anlattığı her şey, tüm hastalıklara dair neden sonuç ilişkilerini kurmakta işe yarayan yeni bilgiler oldu benim için. Kitaplarını çevremdeki insanların da bu değerli bilgilerden faydalanması için kaç kere satın aldığımı bilmiyorum; ama günün sonunda geldiğim nokta, çoğu insan sağlıklı yaşamın ve doğru bilginin peşinde değil; popüler olana ve hurafelere kucak açıp, önyargılara ve bahanelere sığınırlarken hayatlarındaki yanlışları sürdürmeye daha yatkın. Mehmet Coşkundeniz mısralarında çok daha güzel ifade etmiş bu durumu - (şiirin teması aşk olsa da bence insan yaşamına dair çok daha genellenebilir bir bakış açısı içeriyor) :
"Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın."
Yıllar sonra bir gün, o söz ikinci kez karşıma çıktı sakladığım notlar arasında. "Üç öğün yiyen hastadır, iki öğün yiyen pisboğazdır, tek öğün yiyen kendini bilendir (yogidir)" Daha mantıklı gelmişti bu sefer ve ben de biyokimya, bağışıklık sistemi ve otoimmün hastalıkların mekanizması hakkında edindiğim bilgilerin ilk uygulama adımı olarak, her sabah daha acıkmadan alelacele yaptığım kahvaltıları, yediğimden bir şey anlamadığım o günün en erken saatindeki öğünü devre dışı bırakmaya karar verdim. Yanlış anlaşılmasın, sabah-öğlen-akşam 365 gün kahvaltı yapsam bıkmam, kahvaltı sofralarını öyle severim; ama sadece zihnen ve bedenen henüz tam uyanmadığım dakikalarda, geç kalma telaşıyla hızlı hızlı tıkınmanın da bir faydasını görmediğime karar verdim. İşyerindeysem acıkmaya başladığım öğle saatlerine doğru bazen pişili, menemenli, bazen de zeytin, peynir, domates, biberli kahvaltıları ya paket söyledim, ya da evde hazırlayıp yanımda getirdim. Bazen kocaman bir meyve-sebze tabağı oldu ilk öğün yemeğim, bazen de yoğunluktan ceviz, badem, kahveyle geçiştirdim. Abur cubur yemekten de vazgeçmedim tabi; ama günde 3 öğün yemek yerken, kan şekeri dalgalanmasından olsa gerek, abur cubur atıştırmalıkları kesinlikle daha fazla ve sık canım istiyordu diyebilirim.
Böyle birkaç zaman daha geçtikten sonra, eskiden 3 öğün arasındaki açlık zamanlarımda dahi halsiz hisseden ben, artık daha az yememe rağmen, kendimi daha hafif ve enerjik hissetmeye başladım. Gün içinde enerjimi aşağı çekenin sık sık yemek, hareketsizlik ve maruz kaldığım negatif insanlar olduğunu fark ettiğimde, öğle yemeklerini boş sohbetlerle, dedikodularla, başkalarının hayatını konuşmaktan kendilerinin farkında olmayanlarla geçirmek yerine, bu aralıkta belediyenin Pilates dersine kayıt oldum. Şansıma ofis ve ders salonunun arası 2-3 dakikaydı ve her ders sonrası büyük bir enerjiyle ofise döndüm. Akşamları da yoga pratiği ve yürüyüşlerle geçiyordu genelde zamanım. Aslında ben kendimi bildim bileli yürümeyi vasıtalara tercih ettim; üniversitede Taekwondo yapıyordum, 2008 yılında Pilates'e başladım, yani düzenli düzensiz uzun zamandır egzersiz yapmama rağmen, gerçek anlamda beden farkındalığı geliştirmem yıllarımı aldı. İlk uzun süreli açlık deneyimime böyle yoğun tempolu bir dönemimde sadece sebze ve meyve suyu içerek başladım. (Bir süre sonra bu işler detoks adıyla moda olup oldukça popülerleşti, hatta başlı başına ticari bir sektör haline dönüştü ve bence popülerleşen her şeyde olduğu gibi asıl amacından saptı.) Benim sadece sıvı beslenmedeki amacım, zaman zaman girdiğim abur cubur döngülerinden kendimi bir süreliğine uzaklaştırmak ve böylece sıfırlanmaktı. Şimdiye kadar yılda en fazla 3 kez, üst üste olmayan zamanlarda 10'ar gün boyunca yemek yemeden sebze ve meyve suyu içmeyi deneyimledim. Gün içerisinde bir kurala bağlı olmadan, ihtiyaç duyduğumda - kendimi dinleyerek, ağırlıklı sebze suyu, meyve suyu ve su içtim. Bu 10 günlük süreçler anlatılması güç bir şekilde enerjik, sabırlı ve kararlı geçti benim için. Tek sorun, en sevdiğim şarkıları bıkana kadar üst üste dinlediğim gibi, en sevdiğim meyve-sebze sularını da defalarca üst üste içmek oldu. Bu yüzden çeşitlilik açısından biraz zayıf menüler hazırladım kendime. (Pancar suyu da kusura bakmasın ama bir elma ya da ananas suyu değil :))
10 günlük sıvı beslenme maceralarımdan sonra, artık günde tek öğün yemeyi denemeye hazırım dedim ve 2 aya yakın bir süre sadece tek öğün ile beslendim. "Üç öğün yiyen hastadır, iki öğün yiyen pisboğazdır, tek öğün yiyen kendini bilendir (yogidir)" sözünün ne kadar yerinde olduğunu da o zaman anladım. Ne kadar çok ve gereksiz yemek yediğimi, enerjimin önemli bir kısmını sindirime harcadığımı... Çevremde beni garipseyen, yargılayan insanların açlığa son derece dayanıksız, mızmız, şımarık ve pisboğaz olduklarını ve bir yandan da sürekli ağrılarından, hastalıklarından yakındıklarını gözlemledim. Kulaklarımı tıkadım, kendine yardım etmek istemeyen insanlar için daha fazla nefesimi yormama kararı alıp sadece kendi yoluma baktım. Tabi ki bu herkes için bir genelleme değil; merak edene, ilgi duyana kendi deneyimlerimi anlatmaktan da her zaman mutluluk duyuyorum. Bu konuya da şu yüzden değindim, beslenme çoğu kültürde bireysel bir aktivite değil, sosyal bir konu. Bu yüzden sürekli neden yemediğinizi sorgulayan, cevabını alınca tatmin olmayan ve daha ısrarcı davranan, kendilerince bunu iyi niyetle; size acıyarak/yardım etme çabasıyla yapan, daha kötüsü, farklı beslenme alışkanlıklarıyla karşılaştıklarında kendilerini kötü hissetmemek için sizi yargılamayı anlamaya tercih eden bir çevre içinde bulunabiliyorsunuz. Peki madem, çoğunluk doğrusunu yapıyorsa, neden sadece yanlış beslenme alışkanlıkları yüzünden ortaya çıkan bu kadar çok kronik hastalık ve ilaç bağımlısı hasta var?
Tek öğünle beslenmek, gün içinde o öğüne göre kendimi programlamaya, ne yiyeceğim ile ilgili düşünmekten çok keyif almama yol açan bir deneyim benim için. Kendimi hiç kısıtlamasam da, o tek bir öğünün hakkını vermek için abur cubur konusunda da daha seçici olmaya başladığım, ne yiyeceğim, ne hazırlayacağım diye geçen zamandan oldukça tasarruf ettiğim ve asla açlıktan elimin ayağımın düşmediği bir düzen. Yoldan çıkmadıkça ve zorunlu durumlar oluşmadıkça, tek öğünden daha fazlasını yemek istemiyorum. Kendi adıma kendimi buna zorlamaktan ziyade, gönüllü ve keyfi bir seçim bu aslında, öğlen ya da öğleden sonraya kadar canım isterse meyve, badem, ceviz vb. (çiğ ve suda beklemiş) atıştırıyorum. Öğün zamanım geldiğinde ise bazen çorba ve dev bir salata, bazen sıcak bir yemek, pilav, makarna ve/veya zeytinyağlılar yetiyor artıyor. Lif oranı yüksek bir öğün yedikten sonra akşama kadar açlık hissetmek zaten mümkün değil; gece yatarken sindirimin tamamlanması ile başlayan o tatlı açlık hali ise, gece uykuda kan şekeri dengelendikten sonra, sabah kendini tokluğa ve enerjiye dönüştürüyor; çünkü gece boyu enerjim sindirime değil, vücudun yenilenmesine ve tamirine ayrılıyor. Mantık bu kadar basit.
İşin felsefesine gelince, açlığı kontrol edebilmek; daha doğrusu insanın kendini kontrol edebilmesi, sabırsızlığını, tahammülsüzlüğünü, aç gözlülüğünü ve beklentilerle dolu zihnini de dizginlemesi demek. Konu sadece boğazı tutabilmek de değil, beklentisizliğin dinginliğinde insanın kendisiyle yüzleşmesi, yaşadığı tüm zorluklarla olan mücadelesine de yansıyor.
Geçen sene herkes için farklı bir sene olsa da, pandemi açısından benim avantajım, bu süreçte tamamen evden çalışmaya geçiş yapmak oldu. Trafik yok, geç kalma telaşı yok, vicdan azabı yok - evde size muhtaç canlılar varken kapıyı kapatıp çıkmak ah nasıl zor. Gündüz artan iş yoğunluğu, akşam yüksek lisans dersleri, gece boyu bazen sabaha kadar süren ödev ve proje çalışmaları derken, en yoğun ve uykusuz geçen dönemlerden oldu benim için. Uyku yoksa, beyin de yok tabi. Bu süreci dengelemek ve deneyimlemek, şimdi bakınca beni birçok anlamda geliştirse de, beslenme açısından, abur cubur bağımlılığımın yine tavan yaptığı zamanlar oldu. 2. dönem sonu yani yaz başı, biraz durup iyileşmeye karar verdim ve 13 gün boyunca ~ 2 hafta bu sefer sadece su içeyim dedim. Bu kararı birden aldığım için, öncesinde daha hafif beslenme gibi bir hazırlık süreci yaşamadım, bu yüzden ilk üç gün acı verdi, elim sürekli buzdolabına ve mutfak çekmecelerine gitti (evde yemek isteyeceğim tüm abur cuburları öncesinde yiyerek önlemimi almıştım neyse ki :)) Sonra, 4. ve 5. günle birlikte bir kabullenme ve tokluk hissi geldi ve hiç gitmedi, hatta son günlerimde iyice alıştım. Öyle bir süreç ki, kokulara karşı hassasiyet artıyor ve yemek yeme hevesi kaybolup, yemeğin kokusunu duymak keyif veriyor. Her deneyim bireysel etkenlere bağlı olduğu için, su orucunu ben bir başkasına asla tavsiye edemem; ama başta da belirttiğim gibi merak edenler için kendi deneyimimi anlatarak neler yaşadığımı paylaşabilirim. Uzun süreli açlık hali, vücutta mineral kaybı açısından tehlikeli olabiliyor. Günlük olarak belirli değerlerde alınması gereken Potasyum, Magnezyum, Kalsiyum, Sodyum gibi hayati önem taşıyan mineraller vücutta zaten düşük değerlerdeyse, açlık ve susuzluk durumu halinde eksiklikleri son derece riskli; hatta ölümcül. Elektrolit dengesi, kas ve sinir fonksiyonları açısından çok önemli, bu yüzden mineral eksiklikleri yorgunluğa ve halsizliğe yol açan faktörlerden biri. 13 gün açlık öncesi ve sonrası yaptırdığım kan testlerinde zaten düşük olan Demir değerim gene yakın aralıkta düşük çıktı, Potasyum ise 3.5-5.1 aralığına göre 3.44 ile normal değerlerin altına düşen tek değerim oldu. Bu sürecin sonunda, elektrolit dengesinde ani bir değişiklik yapmaktan sakınmak adına, bir süre karıştırmadan, günlük tek çeşit olacak şekilde sadece meyve-sebze suyu, sonrasında meyve sebze yemek, karışık salatalara geçiş yapmak ve en sonunda süt, yoğurt vb hayvansal besinleri aşamalı olarak tüketmeye dikkat edilmesi gerekiyordu; fakat oruç bitti moduna girince, canım meyve - sebze suyu yerine aşırı derecede biber, domates ve gözleme çektiği için ben 13. günün sonunda direkt katı beslenmeye geçecek kadar cahil cesaretiyle hareket ettim. Sonucunda şans eseri bir zarar görmesem de, uzun süre açlığa maruz kalmış, hassas bir sindirim sistemine böyle bir aralıktan sonra birden yüklenmek ve elektrolit dengesini aniden alt üst edecek şekilde karışık/yoğun beslenmek asla yapılmaması gerekenlerden. Kendi adıma, yoldan çıktığımda yolumu tekrar bulmak için, arada bir de güzel bir mola vermek için sağlığım elverdikçe senede 1-2 kez su orucu yapmaya devam etmeyi planlıyorum. Açlığın ruhsal olarak deneyimi, benim için apayrı bir doygunluk hali. Bugün de 2. su orucumun 7. günü, önceki deneyimlerime göre en rahat geçen açlığım diyebilirim, her akşam düzenli yoga yapmama ve gün içinde yoğun çalışmama rağmen, halsiz değilim, güçsüz değilim ve iyi hissediyorum. Önümde 6 günüm daha var ve tatlı bir sabırla 13. gün sonunda kendime sıkacağım elma suyunu düşünerek mutlu oluyorum :) İnsanın o veya bu bahane ile edindiği kötü alışkanlıklardan vazgeçmesi ve kendini özgürleştirmesi, öz benliğine ve sağlıklı formuna dönmesi, farkındalıkla başlayan, disiplin ile devam eden ve kesinlikle istikrar isteyen bir süreç. Ben bu sürecin şuan neresindeyim emin değilim; ama her biri üstünde her gün daha iyiye gittiğimi söylebilirim. Varmak istediğim noktadan beni daha çok motive eden şey, bu yolculuğun kendisini seviyor olmam. İnsanın kendi kendini bile zaman içinde tanıyabilmesi, bir başkasının hayatını ve seçimlerini asla yargılamaması adına ne büyük bir ders...
2016 Nobel Tıp ödülünün sahibi Japon hücre biyoloğu ve bilim insanı Yoshinori Ohsumi, hücre seviyesinde arınma ve yenilenme mekanizması olarak adlandırılan otofajinin bir çok hastalığın önüne geçebildiğini çalışmalarında ortaya koydu. (1, 2) Bu tabi ki yeni bir araştırma konusu değil; 1960'lardan bu zamana araştırılan ve halen birçok açıdan incelenen ve tartışılan önemli bir alan. Tersten gidersek, otofaji mekanizması bozulduğunda Tip 2 Diyabet, Parkinson, Alzheimer ve kanser gibi hastalıklar ortaya çıkıyor. Mekanizma işlevini yerine getirebilirse, vücut bu gibi hastalıkları hücre seviyesinde temizleme ve kendini yenileme sistemini devreye sokabiliyor. Bu sistemi bozmamak için aralıklı açlığın yani aralıklı beslenmenin işe yaradığı yapılan çalışmaların sonucu olarak yayınlandı. (3) Türkçe kaynak için bkz. (4) (Buradaki açlık kavramında, Müslümanların oruç anlayışı gibi vücudu susuz bırakmak söz konusu değil; sadece besin yoluyla aç kalmaktan bahsedilen bir durum bu.) Tabi ki, otofajiyle ilgili çalışmaların sonuçları bilimsel tedavi yöntemleri olarak geliştirilmedikçe, faydalarıyla veya zararlarıyla ilgili bir genelleme yapmak bugün bize düşmez.
Gıda ve ilaç sektörü iç içe geçmiş kısır bir döngü. Birçok hastalığın temelinde kötü beslenme alışkanlıkları, boş vermişlik ve cehalet var. Bir de küresel gerçekler var ki; dünya nüfusu arttıkça doğal kaynaklar giderek tükeniyor. Kıtlığın önüne geçebilmek, karı maksimize edebilmek için gıda sektörü daha çok işlenmiş gıdaya ve genetiği değiştirilmiş tohumlara ihtiyaç duyacak. Bugün tadını hala alabildiğimiz sebze ve meyveler, yerlerini giderek daha da çok tatmayan, kokmayan, toksik maddeler içeren, kirli toprakta ve suda yetişen "şey"lere bırakacak. Keyifli bir yemek için lüks bir restorandansa, domatesin, salatalığın buram buram kokusunu, tadını alabildiğim bir yol üstü kahvaltıcısını tercih ederim. Stresli, agresif, asık suratlarla, gözleri telefon ekranından ayrılmadan hırsla yemek yiyen mutsuz insanlara maruz kalmak yerine, dağlara, ağaçlara, denize yüzümü dönerek o bir iki lokmayı huzurla çiğnemeyi tercih ederim.
Son olarak, şüphesiz, sağlıklı olma halinin değerini bilmemiz gerekiyor; ama her zaman sağlıklı beslenme çabası da, bizim için gereksiz bir yüke dönüşmemeli derim. Stresle, mutsuzlukla, pişmanlıkla, öfkeyle bir şeyler yemektense; kötü de olsa, kendimize zehir etmeden yediğimizin tadını çıkararak yiyelim. Hayat, hep bir denge. Ne kadar akışa bırakabilirsek - isteklerimize değil, ihtiyaçlarımıza odaklanabilirsek ve kendimizi kontrol etmeyi pratik edersek - o kadar hafifletebiliriz yükümüzü.
Sevgiler,
Burcu
Kaynaklar:
(1) TAKESHIGE, K., BABA, M., TSUBOI, S., NODA, T. & OHSUMI, Y. 1992. Autophagy in yeast demonstrated with proteinase-decient mutants and conditions for its induction. J Cell Biol, 119, 301–11.
(2) Ohsumi Y. (2012). Yoshinori Ohsumi: autophagy from beginning to end. Interview by Caitlin Sedwick. The Journal of cell biology, 197(2), 164–165. https://doi.org/10.1083/jcb.1972pi
(3) Cheng, C. W., Adams, G. B., Perin, L., Wei, M., Zhou, X., Lam, B. S., Da Sacco, S., Mirisola, M., Quinn, D. I., Dorff, T. B., Kopchick, J. J., & Longo, V. D. (2014). Prolonged fasting reduces IGF-1/PKA to promote hematopoietic-stem-cell-based regeneration and reverse immunosuppression. Cell stem cell, 14(6), 810–823.
https://doi.org/10.1016/j.stem.2014.04.014
(4) Ceyda Sönmez, Gebze Teknik Üniversitesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Nobel Ödüllü Araştırma: Otofaji, Bezelye Dergi, https://www.bezelyedergi.net/post/nobel-%C3%B6d%C3%BCll%C3%BC-ara%C5%9Ft%C4%B1rma-otofaji
Fotoğraflar:
(5) Anna Shvets, Pexels
Yorumlar
Yorum Gönder